Dünyanın en hareketli coğrafyasının tam ortasında 85 mil­yonluk koca bir devletiz.

                                                      Cumhuriyeti Anlamak

              Dünyanın en hareketli coğrafyasının tam ortasında 85 mil­yonluk koca bir devletiz. Sağımızda Kafkaslar ve Ortadoğu, solu­muzda Balkanlar. Karadeniz’in üzerinde dumanlar var. Ukrayna, Moldova, Beyaz Rusya. Güneyde Kıbrıs ve son günlerde Filistin.

            Son yıllarda en yoğun sarsıntıların yaşandığı bölge, yine Ortadoğu oldu. Dünyanın yeraltı zenginlikleriyle göz kamaştıran bu bölgesi, zenginliğinin bedelini acı ödedi.

            Dünyanın ekonomik, politik, kültürel nabzının attığı, Türki­ye’yi çevreleyen bu coğrafyadaki sis bulutuna şöyle bir dalalım. Öncelikle geçmişe bir bakmak lazım. Toplumumuzda bilme merakı Osmanlı döneminde yüzlerce yıl bilgisizlik (cehalet) içinde bırakılmış Anadolu toplumunda yeni şeyler öğrenme, insanı ve dünyayı tanıma, keşfetme gereksiniminin ne durumda olduğunu düşündükçe, sorguladıkça inanılması güç örneklerle karşılaşırız. Osmanlılar, Mısır'da üç yüz elli yılı aşan bir süre (1517-1882) kalmışlar, ülkeyi yönetmişler. Değerli arkeolog, rahmetli Prof. Dr. Tahsin Özgüç'e Mısır'daki piramitlerin içindekilerini, tarihlerini merak eden, sorgulayarak inceleyen bir Osmanlı olup olmadığını sorulguğunda, Tahsin Özgüç Hoca, üzüntüsünü belli etmek için dizini döverek, “Yok hoca yok, Mısır'ın Osmanlı döneminde bir şeyle ilgilenen hiç çıkmamış” demişti. Yüzlerce yıl Afrika kıyıları Osmanlı yönetiminde kalmıştı. “Afrika'nın derinliklerinde ne var” sorusunu Avrupalılar sordu ve kendilerine geniş sömürü alanları yarattılar.

             Konunun daha acı yanı şu: 16., 17., 18. yüzyıllarda Avrupa'da neler olup bittiği ile hemen hemen hiç ilgilenmemişiz. Bu yüzden de insanın düşünsel gelişmesinde en önemli olaylardan Yeniden Doğuş'a (Rönesans), Aydınlanmaya ve bilim devrimlerine ilgisiz kalmışız.

            Osmanlı döneminde Avrupalılar Anadolu'daki ören yerlerini geçen yüzyıldan beri bir yandan araştırıp, bir yandan soyarak ülkelerine götürürlerken, bu yerlerin tarihini, değerini Osman Hamdi Bey dışında kimse sorgulamamış ve sahip çıkmaya çalışmamış. Hatta eski Yunan'ın görkemli antik yapıtlarından olan Bergama’daki Zeus Sunağı, Padişah Abdülhamit'in izniyle Dikili'ye bir iskele kurularak Berlin'e taşınmış. Babil Tanrıçası İştar'ın onuruna yapılmış olan ve duvarları aslanlı kabartma mavi çinilerle donatılmış görkemli İştar Yolu'nun bir kesimi de gene aynı dönemde Babil'den sökülüp Berlin’e götürülmüş. Bu iki büyük yapıt Berlin'de, dünyanın en görkemli müzelerinden biri olan Pergamon Müzesi'nde sergilenmektedir.

            Yirminci yüzyılın ortalarına dek Ürgüp, Göreme yöresi olarak bilinen ve hemen hiç ilgi görmeyen geniş bir Orta Anadolu bölgesi, sanki yeryüzünde yeni ortaya çıkmış gibi, 1960’lardan sonra kısa sürede bütün dünyayı büyüleyen bir Kapadokya oluverdi. Anadolu'da bin yıldır yaşayan meraksız bir topluma 20. yüzyılın ikinci yansından sonra Kapadokya'yı yabancı turistler tanıttı. Anadolu'daki eski uygarlıkları merak etmediğimiz gibi kendi tarihimizi de merak etmemişiz. Türklerin eski tarihini, kültürünü önce Avrupalılar incelemiş, Türkoloji diye bir bilim alanı geliştirmişler. Günümüzde üniversitelerimizde okutulan Türkoloji alanındaki incelemeleri yabancılar başlatmışlar ve yürütmüşler.

            Toplumumuzda, insanlarımızın kopyacılık, aktarmacılık, aşırmacılıktan kurtulabilmeleri için çocuk yetiştirme geleneklerimizi, inançlarımızı ve din eğitimi de içinde olmak üzere bütün alanlardaki eğitim yöntemlerimizi iyice gözden geçirmek ve bunların çoğunu değiştirmeye çalışmak zorundayız. Bu da aile içinde ve okulöncesi eğitim yapan kurumlarda olduğu kadar, öğrenimin her aşamasında devrimsel değişiklikler gerektirmektedir.

             Bu çocukluk döneminin güçlü bir güdüsü olan bilme merakını, gelişmekte olan girişim ve becerme yetilerini köstekleyen, körelten ya da söndüren duygular, aşırı ayıplanma, utanç, suçluluk duyguları ve cezalandırılma korkularıdır. Büyüklerden gelen utandırma, ayıplama, suçlama, cezalandırma ve korkutmaların baskın olduğu bir çocuk yetiştirme düzeninde gelişen üstbenlikler kimi kişilerde ilkel, acımasız, katı olabilir. Davranışta aşırı çekingenlik, cinsel güçsüzlük korkusu gibi ruhsal sorunlar genellikle kişinin utanç ve suçluluk duygularını, cezalandırılma korkularını kendi üstbenliklerinde fazla taşımalarının sonucudur.  Bir toplum bu yüzden geri kalabilir, bağımsızlığını yitirebilir; bir krala, şeyhe, sultana, iktidara “biat” edebilir, yani onun egemenliğine boyun eğebilir ve sömürge, yarı sömürge olmaktan kurtulamayabilir. Çağımızda bu durumda olan toplumların sayısı az değildir.

             Benliğin Özerkliği Nedir? Benlik (ego) deyince, somut bir beden bölgesi ya da yapısı anlaşılmamalıdır. Bu terim, bireyin kendi varlığının bilincinde olmayı ve birtakım özel ruhsal işlevleri içeren bir kavramdır. Yunus Emre’nin “bilim kendin bilmektir”, “bir ben vardır bende, benden içeru” gibi dizelerindeki “ben” ve “kendi” kavramları çağdaş ruhbilimde benlik ve kendilik (self) terimleri ile tanımlanmakta, incelenmektedir. Benlik, kendi varlığının bilincinde olmanın ötesinde birçok ruhsal işlevin de yüklendiği kavramsal bir yapıdır.

             Özerklik ve bağımsızlık kavramları sıklıkla eşanlamda kullanılıyor. Gerçekten de bu iki kavramın birbirine yakın oldukları söylenebilirse de arada önemli bir farkın olduğunu göstermeye çalışacağım. Siyaset biliminde kullanılan anlamı ile ayrım yapmanın güç olmadığı görünmektedir. Bağımsız bir devlet, kendi içinde sınırları belli olan kendi kendini yönetmesini, korumasını ve gelişmesini başaran bir devlettir. Bir ülke bağımsızlığını kazanabilir, fakat kendi kendini özerk biçimde yönetemezse bu bağımsızlığı kolayca yitirebilir. Bireysel düzeyde bakacak olursak, özerklik duygusunun daha çok bir içsel yapı, bir temel duygu olduğu anlaşılır. Bireyin kendi içinde kendi kararını verebilmesi, kendi seçimlerini yapabilmesi ancak temelde bir özerklik duygusunun varlığı ile olasıdır. Genel olarak gençlik, yetişkinlik çağında anne babamıza, kardeşlerimize sevgi bağı ile bağlı kalırız ve bu bağı sürdürmek bir sorun olmaz. Bu bağlılık, bizim kendi kararlarımızı vermeyi, kendi yaşamımızı sürdürmeyi, düşüncelerimizde özgür olmayı engellemez. Bağlarımız olur, ama bu bağlar bağımsızlığımızı etkilemez. Ancak bu bağlar bağımlılık derecesinde olduğunda, yani kişi ana babanın ya da kardeşin yönetiminde kaldığı, onlardan ayrılamadığı oranda, özerk benlik duygusunun gelişmemiş olduğu söylenebilir. “Biat” Eden Kul Benlik Özerk benliğin karşıtı kul benliktir. “Biat" toplumundaki yaygın ve baskın kişiliğin temel yapısı kul benlik özelliklerini taşır. Kul benlik, özgür düşünemeyen, sorgulamayan, kendi istencini (iradesini) kullanamayan, seçim yapamayan, içinde bulunduğu durumu başkalarının etkisi altında kalmadan değerlendiremeye düşüncelerine, buyruklarına eleştirel bir görüş oluş oluşturamayan ve otoriter yönetimlere kolay boyun eğen kişilere özgü olan benlik durumudur.

            Özerk kimlik kazanma, özgür düşünebilme, kendini özgürce anlatabilme, özgür davranabilme gereksinimi, insanın evrimsel-kalıtımsal yapısında bulunmaktadır. İnsanın doğuştan kazanılmış birçok yetisi, ancak uygun aile ve toplum ortamlarında uygun etkileşimlerle beklenilen düzeye erişebilmektedir. Çocuk beyninin özgürlük ve uyaranlarla beslendiğini kavrayan uygun aile ve eğitici toplum ortamı bulunmadığında bu yetiler cılız kalır, tümden sönebilir. Bu yaş döneminde toplumumuzda çocukların aile içinde, okulda, toplumda özerk benlik duygusunun ve özgür düşünebilme yetisi köreltilmektedir. Özetle ülkemizde çocuklar çoğunlukla soru sormadan, düşünmeden öğrenen, anlamadan inanan kişiler olarak yetişmektedirler. Böyle bir ortamda özerk benlik duygusunun, özgür düşünmenin toplumsal değer olarak yerleşmesini, köklü kişilik özelliği olmasını bekleyebilir miyiz? Kendini özerk, bağımsız olarak algılamayan, özgürce düşünemeyen bireylerin çoğunlukta olduğu bir toplumda özerk, bağımsız kimlik duygusu, düşünce özgürlüğü gibi kavramlar geniş toplum katmanlarında bilinçli bir değer kazanamıyor. Bunun sonucu olarak da düşünce ve anlatım özgürlüğünü kısıtlayan yasalara ve bu yasaları çıkaran otokratik iktidarlara karşı toplumsal direniş ya hiç olmamakta ya da cılız kalmaktadır. Bunun gibi, özerk benlik duygusunun gelişimini, özgür düşünebilmeyi kısıtlayan inançlar ve gelenekler de kuşaktan kuşağa olduğu gibi aktarılmaktadır. Bu yüzden özgür, akılcı düşünce yerine inanca dayalı toplumsal ve politik akımlar daha baskın gelmekte, düşünce özgürlüğüne sözde değer veriyor görünen, fakat inanmayan politikacılar çoğunluğa egemen olabilmektedir. İşte “biat toplumu” budur.

            Genelde özgür düşünceye dayalı eleştirileri kaldıramayan, düşünceye yasak getiren yönetimler, kişilere “bizim gibi düşünmek zorundasınız, düşünceleriniz bizim politikalarımıza ters düşemez” demiş olmaktadırlar. Bu da kul benlik yanı ağır basan kişilerin çoğunlukta olduğu toplumlarda önemli bir sorun olmayabilir. Böyle toplumlarda kişiler zaten kendileri için düşünen, kendileri için karar veren bir yetkeyi (otorite) kabullenmeye hazırdırlar. Daha doğrusu böyle bir yetkenin buyruklarına gereksinim duyarlar. On beş-yirmi yıldır giderek artan biçimde sık sözü edilen “biat kültürü” bu tanımladığım kul benlikli bireylerin çoğunlukta olduğu toplum için söylenmektedir.

                .“Biat 12 kültürünün” yaygın, baskın olduğu toplumlarda özerk benlik duygusu, düşünce özgürlüğü gibi kavramlara yer yoktur. Özerk benlik gelişimini ve düşünce özgürlüğünü kısıtlayan; kişiyi, toplumun, devletin bir otomatı, bir robotu durumuna getirmeye çalışan yönetimler genel olarak din egemenliğine ya da katı, bağnaz ideolojilere dayalı devlet düzenlerinde görülür.

            Yüzlerce yıl boyunca çoğunluğu eğitimsiz bırakılmış bu toplumda Cumhuriyetle birlikte toplumun kara yazgısını değiştirebilecek önemli devrimler yapıldı, eğitim girişimleri oldu. Bunların değerini bilemedik, yeterince değerlendiremedik, geliştiremedik…

                Mustafa Kemal Paşa kürsüye çıkıp coşku ile "Büyük Türk Milleti" diye ilk kez halka
seslenince ülkede ne büyük bir dalgalanma oldu. Şimdi geriye dönük anlayamazsınız.
           Herkes birbirine bakıp teaccüp ediyordu. Bu topraklarda son 700 yılda bir tane yönetici yoktur ki konuşmasına Türk diyerek başlasın. Açın bakın fermanlar "Ey kullarım buyruğumdur" diye başlardı Anadolu’nun taşı toprağı bitkisi buna alışkın değildi. Şaşkınlığı atmak hiç kimse için kolay olmadı.
Özelliklede asırlarca Saray etrafından geçimini sağlayan "devşirme" tabaka kendini kapının önüne konulmuş hissetti. Bunların bir kısmı boyun eğdi kabullendi, etmeyenlerin kimi "dini" kimi "etnik" bir
kimliğe bürünerek yeni kurulan devletle alttan alta uzun bir mücadeleye girişecekti...(1)

                İşte böyle bir toplumda bu gün Cumhuriyeti ve kazanımlarını tam anlamasını beklemek bizce deveye hendek atlatmaktan zor iştir.                                                        Saygılarımla

Kaynaklar:

1-      Halil İnalcık Fesbuk paylaşımı

2-      BİAD TOPLUMUNUN RUHSAL KÖKENLERİ Prof. Dr. M. Orhan ÖZTÜRK KİTABI